Dikiş Kutusu: Bir Evin Kalbi
Her evde vardı. Bir çekmecede, eski bir dolabın köşesinde ya da yıllardır değişmeyen dikiş makinesinin yanına sıkışmış… Belki teneke bir bisküvi kutusuydu, belki üstünde çiçek desenleri olan plastik bir kutu. Ama ne olursa olsun adı hep aynıydı: dikiş kutusu.
Kapağını kaldırdığında seni o tanıdık koku karşılar. Hafif paslı bir makas, sabunla çizilmiş kumaş parçaları, rengi solmuş düğmeler... Bazı iplikler yıllar içinde tozla kucaklaşmış, bazı iğneler kumaşa saplanmış hâlde bekler hâlâ. Öylece.
Ama bu kutunun içinde sadece iplik yok. Bir zaman var.
Bir telaş var mesela: Okul sabahı sökülen pantolon paçası, bayramdan önce acilen dikilen elbise.
Bir sevgi var: Düşen düğmesi için gömleğini annesine uzatan babanın sesi.
Bir sabır var: Her ilmeği tek tek geçen, gözlüğünü hafifçe burnuna iterek çalışan eller.
Her evde o kutunun başında biri olurdu.
Annen, teyzen, babaannen…
Otururdu ışığa yakın bir yere. Sessizce çalışırdı.
İğne battığında eli sızlardı belki ama belli etmezdi.
Çünkü o iğneyle yalnızca kumaşı değil, hayatı tuttururdu.
Dikiş kutusu, evin en sessiz köşesiydi ama aynı zamanda en canlı hafızasıydı.
Her renk iplik başka bir anıya bağlıydı.
O kırmızı iplik… İlk dikiş öğrenilen gün.
O lacivert makara… Dedeye dikilen yün ceket.
O çiçekli düğme… Kız çocuğunun okul önlüğü.
Bugün artık çoğu evde hazır giyimin hızı, dikiş kutusunu arka plana itti.
Ama hâlâ bir yerlerde duruyorsa…
Bir düğme için açıldıysa kapağı…
O ev hâlâ yaşıyor demektir.
Çünkü dikiş kutusu, bir evin sadece eşyası değil; sessizce atan kalbidir.